Ayşegül Kalem Psinossa Ropörtajı

- Merhaba Ayşegül Hanım. Uzun yıllardır psikolog/psikoterapist olarak mesleğinizi yapıyorsunuz. Kayıp ve yas konularına girmeden önce bir psikoterapist olarak “Terapi” deyince sizde çağrışan şeyleri paylaşabilir misiniz?

- Merhaba... Çağrışan dediğin için aklıma ilk düşen kelimeleri bırakacağım gelsinler. Sonrasına bakarız...
Zor, sabır, bağ, ilişki, süreç, iyileşme, daha iyi olma, genleşme, barışma, kabul, isyan, ben, sınır, dağılma, toplama, bahar temizliği.... Bıraksam daha da gider sanırım ama zihnime ilk üşüşenler bunlar sanki...
Bana göre terapi bir ilişki şekli esasen. Kendiyle hemhal olma gayretini önemseyen iki kişinin kurduğu profesyonel bir ilişki. Terapist ve danışanın gizliliği koruduğu, sınırları belli olan, o sınırlar içinde yaşama dair belki de sınırsız ihtimaller taşıyan, bireyin biricikliğine özel, bir odanın içine dünyaların sığdırıldığı, geçmişin, geleceğin, bugünün içiçe geçtiği, en kuytumuzla yüzleşip yapabiliyorsak elele verdiğimiz, kendimiz için kendi öykümüzü yeniden yazdığımız bir süreç.
Hayatla kurduğumuz ilk bağlarda işlevsel/sağlıklı olmayan ya da iyi gelmeyen ne varsa onu yeniden tanımladığımız, o zamanın yaşanmışlıklarının içinde kendimizi bugünün gözüyle konumlandırdığımız, ben dediğimiz kimliğe olduğu gibi varolma hakkını tanıdığımız ve eğer istiyorsak, olmayı istediğimiz ben için kendimizle yeni antlaşmalar yaptığımız bir süreç.
Terapi bir tedavi süreci değil. Araştırmalarla etkileri tanımlanmış ve halen daha tanımlanmaya devam eden birçok farklı bakış açısını, ekolü, modeli, tekniği barındıran bir yapısı olsa da aslen terapinin işlevselliği, işe yararlılığı terapistle danışan arasındaki ilişkiden feyz alıyor. Eğer daha iyi olma halinden bahsediyorsak, o iyi olma hali, bu kurulan ilişkinin sağlam temelleri üzerine inşa ediliyor. Geri kalan herşey alet çantası aslında. Prof. Jeffrey A. Kottler’in 45 yıllık terapistlik deneyiminden yola çıkıp, araştırmalarıyla harmanladığı bulgular hep bu terapist/danışan ilişki dinamiğinin terapinin en etkin öğesi olduğuna işaret ediyor.
Bir de terapi her ne kadar tek yönlü görünse de, aslında biz terapistler de danışanlarımızla olan süreçlerle değişiyoruz, dönüşüyoruz. Her türlü insan ilişkisi karşılıklı etkileşimi barındırır. Bu bağlamda bizlerin en kıymetli öğretmenleri, danışanlarımızın ta kendisi. Tek ayırt edici unsur sanırım bizlerin kendimize dair farkındalıklarımızı, kendimiz danışan koltuğuna oturduğumuzda ortaya dökebiliyor olmamız, terapist koltuğundayken değil.

Sizin ana uzmanlık alanlarınızdan biri travma. Hepimizin kayıplar yaşadığınıdüşünecek olursak kayıp ve yas sürecine dair neler söyleyebilirsiniz?

- Yas sürecinden önce belki kayıp kavramını bir düşünmemiz gerek. Sevdiğimiz birinin kaybını nasıl karşılayacağımızı aslında kendimizi çok iyi tanıyor olsak bile kestirebileceğimize çok da inanmıyorum. Elbette bir fikrimiz, öngörümüz vardır fakat o kadar çok etken var ki neyi nasıl karşılayacağımızı tanımlayan. Kaybettiğimiz kişinin kim olduğu, bizim hayatımızdaki yeri, ona dair onunla kurduğumuz hayaller, kaybın ne zaman, nerede, nasıl, hangi koşullarda gerçekleştiği, kaybettiğimiz kişinin yaşı, bizim dışımızda geride bıraktığı diğerleri, varsa bizim daha önceki kayıplarımız ve onları nasıl yaşantıladığımız, bugünkü hayatımızdaki diğer stres kaynaklarımız, sorumluluklarımız, destek kanallarımız... Bunlar ve daha birçok şey her bir kaybı nasıl karşılayacağımızı tanımlamada rol oynuyor. Kayıp ve yasa dair literatürde çok fazla veri var. Kaybın farklı türlerinden, yas döngüsünün farklı dinamiklerine kadar. Mesela Dr. Pauline Ross’un ortaya koyduğu belirsiz kayıp diye bir kavram var. Biz kayıp deyince genelde ölümden bahsediyor oluyoruz. Oysa yaşam, kalbin attığı bağlamda devam ederken de kaybettiklerimiz var. Fiziken yanımızda olan ama ilişkiye, yaşanmışlıklara temas edemediğimiz, yabancısı olduğumuzu hissettiğimiz Alzheimer hastası ya da ağır depresyonda olan sevdiğimizle yaşamak gibi. Ve ya duygusal anlamda bağımızın devam ettiği ama savaş, sürgün, ayrılık vs gibi durumlardan artık kokusunu duyamadığımız sevdiklerimiz var. İşte bunlar belirsiz kayıplar olarak tanımlanıyor. Belirli ya da belirsiz, kaybın türünün kimi nasıl etkileyeceği de o kişinin özelinde değerlendirilebilir ancak.

- Peki ya yas olgusuna dair nasıl bir süreç var?

- Yasa gelecek olursak bu alandaki en güçlü isimlerden biri olan Elizabeth Kubler Ross’un yas döngüsü sıklıkla karşılaştığımız bir akışı ifade eder. Kubler-Ross terminal dönemdeki hastalarla ve yakınlarıyla terapi üzerine yazdığım master tezimde en sağlam yol göstericimdi. Kısaca, ortaya koyduğu yas döngüsü inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme aşamalarını içerir. Ama bu döngü her zaman birbirini takip eden aşamalarla sonunda kabule gitmeyebilir. Her bir aşamada kimin ne kadar kalabileceği, sonunda kabule varıp varamayacağı yine bireysel öykülerimizle ilişkili. İnsan kaybettiğinin yokluğuyla, onu kaybettiğinde tanışır. O kişinin yokluğundaki henüz bilmediği kendi ile tanışır. Ve kayıp birçok yönüyle kaybedilenle değil, kaybedenle, geride kalanla ilişkili bir kavramdır.

Geride kalanlar demişken, sevilen bir kişinin kaybı durumunda, yas sürecindeki kişinin çevresindekilerin tutumu nasıl olmalı?

Bir kayıp söz konusu olduğunda, giden kişinin ardında farklı şekillerde, farklı yoğunluklarda ilişkilendiği birden çok insan olduğu için, herkes aynı kişinin kaybını farklı yaşar, yasını farklı tutar. Kimisi için eştir giden, kimisi için evlat, kiminin arkadaşı, kiminin anası-babası... Giden aynı bedendir ama yokluğu ile eksilteceği yaşamlardaki karşılığı çeşit çeşittir. Tam da bu yüzden kayıp yaşayan kişilerin çevresindekilerden bahsederken onlardan bazılarının da bu kaybın bir parçası olabileceğini hatırlamak gerek. Yargıdan uzak olmak gerekir. Bir diğerine neyin daha iyi gelebileceğine dair öngörümüz olabilir ama yanılıyor da olabiliriz. Böyle bir dönemde sağlam bir gözlemci ve dinleyici olmak en önemlisi. Kayıp yaşayan kişinin kendi ihtiyaç duyduğu, istediği ya da talep ettiği noktada erişebileciği bir yakınlıkta durduğumuz sürece, varlığımız destekleyici olacaktır. Sevdiğimiz biri bir kayıp yaşadığında onun acısına eşlik etmeye çalışmak kolay değildir. Ve insan evladı doğası itibariyle acıdan bir önce sıyrılma eğilimindedir. Tam da bu yüzden hep birlikte acının bir an önce geçmesini isteriz ama bazı deneyimler içinden geçmeden geçebilen türden değil. Hatta bazı duygular öbür boyu bizimle kalır, kaybettğimiz birine duyulan özlemin hiç tükenmeyebilecek olması gibi... Kayıp çözümü olmayan bir yaşantı olduğu için, kaybı yaşayan kişinin etrafından bekleyebileceği şey de derdine derman olunması değildir aslında. Yaşadığı her ne ise, yaşayabilmesine izin verilmesi olabilecek en destekleyeci yaklaşımdır. Bir süre o kişinin ritmiyle hareket etmek gibi...Mesela, bazılarımız kaybettiğimiz kişinin fotoğraflarını koyarız oraya buraya bazılarımız o kişiyi hatırlatabilecek birçok şeyi ortadan kaldırmak isteyebiliriz. İlk dönemdeki kayıp tepkilerimiz ve ihtiyaçlarımız zamanla değişebilir de.

- Kaybı nasıl yaşantıladığımız ve yasımızı nasıl tuttuğumuz kim olduğumuzla da değişkenlik gösterebiliyor anladığım. Peki, kaybın ani olması ile süren bir hastalığın sonucu olması arasında ne gibi farklar vardır?

- Kaybın ani/beklenmedik bir kayıp olması ile terminal dönemdeki hastalar gibi daha beklenir bir kayıp olmasının da yarattığı farklar var elbet. Hayatta herhangibir ani durum travmatik olma niteliğini taşır. Yaşanan ani durum illa ki travmaya sebebiyet vermek zorunda değil elbet ama yaşanan durum beklenmedik olma, bir anda tüm dengelerimizi altüst etme niteliği taşıyorsa travmatik bir olay olarak tanımlanır. Kayıpta da benzer bi hikaye söz konusu. Ani kayıp bir anda elektriklerin kesilmesi gibidir, bir anda karanlık olması gibi. Kaybın daha beklenir olduğu durumlar ise (tıbbi olarak söylenenlerin baz alındığını düşünecek olursak) voltaj düşmesi gibidir. Her an elektrikler gidebilir, voltajın gidip gelmesi bunun habercisidir ama henüz karanlık olmamıştır. Bu beklenen kayıp dönemlerinin hem giden kişi için hem de geride kalanlar için bir vedalaşma, bir hesabı kapama, bir hayatla muhasebeyi tamamlama niteliği taşıyabildiğini bu alanda yapılan birçok çalışmadan biliyoruz. Ancak tabii terminal hastalıklarda sevdiğimiz kişinin günden güne daha da yorgun, bitkin düştüğüne, acı çektiğine şahitlik etme ihtimalimiz de var ki bu geride kalanlar için çok zorlayıcı olabiliyor. Her iki durumda da kaybediyoruz. Sanırım günün sonunda o kayıp sürecine dair kendimize anlattığımız öykü her ne ise onunla yaşıyoruz, belki biraz da onunla avunmaya çalışıyoruz.

- Tam da bu noktada şunu sorabilir miyim? “Kendini, yakınındaki kişinin kaybına hazırlama” diye bir durum söz konusu olabilir mi? Yani, kişiler kendini çevresindeki kronik hastaların ölümüne karşı hazırlayabilir mi?

- Ölümün yakın zamanda olacağına dair bilişsel bir hazırlık var tabii. Bir bekleme hali ve dediğim gibi vedalaşma süreci var. Ancak o da ölümün zamanlamasına dair bir hazırlık. Kayıp sonrası ritüeller gibi belki daha teknik konulara dair bir hazırlık. Genelde şahit olduğumuz şey ölüm, kayıp fikrine alışmaya çalışmak, ama kalben, ruhen, kaybı yaşantılamaya, yas tutmaya alışmaya çalışmak değil. Kronik bir hastalık sürecinin kaçınılmaz olarak sona doğru giden seyrinde bile kişi halen daha bildiğimiz şekilde hayatta olduğu için, beş duyumuzla birlikte onunla temasımız devam ediyor. Görüyoruz, kokusunu içimize çekebiliyoruz, elini tutup öpebiliyoruz. Kaybettikten sonra bildiğimiz haliyle temas bitiyor. Bedenin varlığı erişilmez olduğunda, duyularımızın ötesinde kurduğumuz bağ ile başbaşa kalıyoruz, o kişinin yokluğu ile o zaman yaşamaya başlıyoruz.

- Tüm verdiğiniz bilgiler ve paylaştıklarınız için çok teşekkür ederiz.

- Ben teşekkür ederim...